Ana içeriğe atla

Kur’aniyyun’un Kur’an’ı Anlama ve Tefsir Etmede Sürüklendiği Temeller

 
Kur’aniyyun ve kollarının kendi içindeki görüş ayrılıklarına rağmen eserleri ve görüşleri incelendiğinde görülecektir ki, bu akımın Kur’an’ı anlama ve tefsir etmede kullandığı vazedilmiş prensip ve ilkeler şunlardır: Kur’an’daki hakikatlerin tafsilatlı kapsayıcılığı, Kur’an’ı anlamanın mümkün olması ve üzerinde düşünme ve akletmeye izin verilmesi sayesinde dinî ahkam ve öğretilerde belirsizlik bulunduğunu red, Kur’an’dan dinî öğretileri anlamada Sünnet’in rolünü inkâr. Bu prensipleri özetleyerek tahlil ve tahkik edeceğiz.

1. Kur’an’daki Hakikatlerin Tafsilatlı Kapsayıcılığı

Bu akım, Kur’an’ın dinî tüm ihtiyaçların ayrıntılarını ve açıklamalarını içerdiğine ve esas itibariyle Sünnet’e ihtiyaç bulunmadığına inanmaktadır. (İlahîbahş, 107; İbn Kırnas, 4). Örnek vermek gerekirse, Abdullah Cekralevi, Burhanu’l-Furkan alâ Salati’l-Kur’an kitabında beş vakit namazın detaylarını Kur’an’dan çıkarılabileceğini ispatlamaya çalışırken şöyle der:

“کتاب الله کامل مفصل لا یحتاج إلی شرح و لا الی تفسیر محمد له و توضیحه إیاه أو التعلیم العملی بمقتضاه” (İlahîbahş, 210).

“Allah’ın kitabı mükemmel ve ayrıntılıdır. Peygamber’in onu tefsir ve şerh etmesine ve izahatta bulunmasına ya da Kur’an’a uygun bir ameli öğretmesine ihtiyaç yoktur.”

El-Kur’an ve Kefâ Masdaran li’t-Teşrii’l-İslamî’nin yazarı, Kur’an’ın Sünnet’e ihtiyacı yoksa namazların vakitleri ve rekat sayıları gibi ayrıntıların nerede geçtiği sorununa cevap vermenin, Kur’an’ın ahkamı teşriindeki beyan metodunu anlamaya bağlı olduğunu belirtir. Kur’an’ın İslam ahkamını teşri ederken izlediği metodu idrak etmemiş olanların Allah Teala’yı hiçbir şeyin açıklanmasının ihmal edilmediği sözünde yalancılıkla itham ettikleri kanaatindedir. Ona göre Allah Teala bu gibi kişileri bildirerek şöyle buyurmuştur:

 “وَالَّذ۪ينَ سَعَوْ ف۪ٓي اٰيَاتِنَا مُعَاجِز۪ينَ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مِنْ رِجْزٍ اَل۪يمٌ” (Sebe 5).

Subhi Mansur da Kur’an’ın zaruri her şeyi içerdiğine inanmaktadır. Ona göre mesela namazın rekat sayısı ve nasıl eda edileceği gibi bazı ibadetlerde sorunumuz yoksa bunun sebebi, çocukluktan beri ona aşina olmamız ve pratiğini yaşatmamızdır. Mansur, zaruret dışındaki konuların Kur’an’da zikredilmesinin Allah’ın kitabı için komiklik olacağı ve Allah’ın kitabında da şakanın yerinin olmadığı kanaatindedir.

“اِنَّهُ لَقَوْلٌ فَصْلٌ. وَمَا هُوَ بِالْهَزْلِ” (Tarık 13-14). (Subhi Mansur, 25-28).

Bu prensibin dayanağı, Kur’aniyyun’un, Allah’ın kitabını her şeyi kapsayan metin olarak tarif eden ayetlerin siyakına uygunsuz tefsirler ve seçici yaklaşım üzerinden (İbn Kırnas, 518; Şerbinî, 176; Subhi Mansur, 23; Ebu Alebe, 3/248) Kur’an’ı “tıbyan ve tafsil” vasfıyla öven (Subhi Mansur, 26), müminler için Allah kitabını kafi gösteren (İbn Kırnas, 518; Subhi Mansur, 14) ve dinin kemale erdiğine işaret taşıyan ayetleri gündeme getiren (Şerbinî, 176; Subhi Mansur, 32) Kur’an’ın kapsayıcılığı meselesidir.

Bu prensibi kısaca tenkit ederken birkaç noktaya dikkat çekmek yerinde olacaktır:

Bir: Kur’an’ın kapsayıcılığı hiç değilse dinî alanlarda ve hidayet konusunda genel olarak kabul edilebilecek olmakla birlikte Kur’aniyyun’un dayandığı ayetler, Kur’an çerçevesinde dinin maarif ve ahkamının tüm tafsilatına ulaşmanın mümkün olduğu iddiasına açık delalete sahip değildir. Özellikle iddialarına konu olan ayetlere istinadın keyfi ve siyaka dikkat etmeksizin yapıldığı dikkate alınırsa. Buna mukabil emir ve yasaklarda, hüküm ve ödevlerde Peygamber’e (s.a.a) itaat edip uymanın zaruretine işaret eden (Haşr 7, Ahzab 36) ve onu Kur’an ayetlerinin müfessiri ve açıklayıcısı ve Kitab’ın öğreticisi olarak tanıtan (Nahl 44, Âl-i İmran 164) ayetler zikredilebilir. Bu ayetler ışığında, Allah’ın insan için din formunda talep ettiği şeylerin bir kısmının Peygamber’e (s.a.a) müracaat ile elde edileceği anlaşılmaktadır.

İki: Kur’aniyyun’un dayandığı ayetlerin delalet hacmi bir yana, onlar bu prensibe de bağlı kalmamış ve uygulamada Kur’an’dan dinin maarif ve ahkamının ayrıntılarını anlayıp istihraç ederken ayetlerden keyfi ve aklına estiği şekilde çıkarımlara gitmişlerdir. Mesela Subhi Mansur, Kur’an’daki hakikatlerin ayrıntıları da kapsadığını ve ahkamın teşriinde Kur’an’ın yeterli olduğunu ispatlamaya çalışırken En’am suresi 38. ayete istinat ederek Kur’an’ın namaz ve rekat sayısının detayını zikretmeye ihtiyaç duymadığını, Müslümanlar eğer namazın rekatları ve nasıl uygulanacağı konusunda sorunla karşılaşsaydı herşeyi bilen Allah’ın o ayrıntıları Kur’an’da beyan edeceğini savunmuştur. (Subhi Mansur, 25). Buna karşılık Kur’aniyyun’dan bir grup da namazın detaylarının Kur’an’dan istinbat edilebileceğini kanıtlamaya girişmiştir. Abdullah Cekralevi, Müslümanların günde beş kez namaz kıldıklarını ve kılmaları gerektiğini, ama bunun sebebinin bu emrin hadiste geçmesi değil, bilakis Kur’an’da ona işaret edilmesi olduğunu savunur. (İlahîbahş, 367).

Cekralevi’nin talebeleri arasında Muhammed Ramazan, günlük namazların adedi konusunda ona muhalifti. Ramazan’a göre Cekralevi’nin namazla ilgili Kur’an’dan çıkardığı abartılı tefsirler onun hadislere sadakatinin etkisinin sürmesinden kaynaklanıyordu. Ekımus’s-Salat kitabında günlük namazları sadece üç vakit olarak beyan etti ve namazın diğer erkanında da değişiklikler yaparak namazın rekatını ikiye indirdi ve secdeleri bir tane eksiltti. (A.g.e., 371). İslam’ın zaruriyatına, özellikle de namazın vacip olduğuna yalnızca Kur’an’dan ve Sünnet’e başvurmaksızın erişilebileceğini ispatlamaya uğraşan Muhammed Tevfik Sıdkî de istidlalini korku namazıyla ilgili ayete (Nisa 101-104) dayandırdı. Çünkü istisnadan hüküm istinbat edilebileceğine inanıyordu. Korku namazıyla ilgili ayette Müslümanlara korku sırasında namazı kısaltmaları emredildiğinden Sıdkî buradan namazın vacip rekatının iki rekat olduğu ve Peygamber (s.a.a) eğer iki rekattan fazla kıldıysa bunun müstehap ve tercihe bağlı sayılması gerektiği sonucuna vardı. (Tevfik Sıdkî, 256).

Üç: Kur’aniyyun Kur’an’daki hakikatlerin tafsilatlı kapsayıcılığına ve dinin tüm maarif ve ahkamına Kur’an çerçevesinde erişmenin mümkün olduğuna dair kullandığı ayetlerin anlam ve siyakının incelenmesi okuyucunun ayetleri anlamada sapmasını önleyecektir. Mesela Dr. Ahmed Subhi Mansur’un İslam ahkamının teşriinde Kur’an’ın yeterli olduğuna delil gösterdiği Ankebut suresi 51. Ayet;

“اَوَلَمْ يَكْفِهِمْ اَنَّٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ يُتْلٰى عَلَيْهِمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَرَحْمَةً وَذِكْرٰى لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ۟”

“Kendilerine okunmakta olan Kitab’ı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi? Elbette iman eden bir kavim için onda rahmet ve ibret vardır”.

(Ankebut 50) ayet-i şerifesinden sonra gelmektedir.

 “وَقَالُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ اٰيَاتٌ مِنْ رَبِّه۪ۜ قُلْ اِنَّمَا الْاٰيَاتُ عِنْدَ اللّٰهِۜ وَاِنَّمَٓا اَنَا۬ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ”

“Ona Rabbinden (başkaca) mucizeler indirilmeli değil miydi? derler. De ki: Mucizeler ancak Allah’ın katındadır. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım.”

Diğer bir ifadeyle, Ankebut suresi 51. ayet Kur’an’ı hedef alan ve onu nübüvvetin işaret ve mucizesi görmeyen itiraz ve alaya cevap vermeye zemin oluşturmaktadır. Ayetteki soru ise inkâr içindir ve hitap da Allah Rasülü’nedir. Şöyle buyurulur: “Onlara okunan bu kitabın onlar için mucize olması yeterli değil mi?” (Tabatabaî, 16/140).

2. Kur’an’ı Anlamanın Mümkün Olması, Üzerinde Düşünme ve Akletmeye İzin Verilmesi Sayesinde Dinî Ahkam ve Öğretilerde Belirsizlik Bulunduğunu Red

Kur’aniyyun, Kur’an’ı anlamaya, üzerinde düşünmeye ve akletmeye çağıran ayetleri (Yusuf 2, Nisa 182, Sâd 29) dikkate alarak vahyedilen ayetleri tefsire odaklanmıştır. Ama dinde Kur’an’ın yeterli olduğu gerekçesiyle ve Kur’an’ı anlayıp tefsir etmede Sünnet’in yerini reddettikleri için Kur’an’dan kendi anladıkları üzerinde ayak direyip Kur’an’ın muteber zevahirinden vazgeçmekle ve reyi eksene alıp burhana dayalı akla yaslanmayan tevil ve izahı tercih etmekle ayetlerin sahih tefsiri yerine antroposentrik (Zehebî, 2/527; Şahrur, el-Kitab ve’l-Kur’an Kıraatun Muasıra, 604), materyalist (Zehebî, 1/537) ve kendi reyine dayanmayı savunan (Subhi Mansur, 32) görüş ve inançları tefsire ve teorilerini ispatlamaya uğraşmışlardır. O kadar ki, Peygamber’in (s.a.a) Sünnet’inin delil ve muteber olduğunu beyan eden ayetleri tevil ederek Sünnet’i inkar eden bir itikat oluşturmuşlardır. Halbuki müfessir Kur’an’ı âlimce ve tarafsızlıkla anlamaya gayret göstermeli ve kendi görüşlerini muteber aklî ve naklî delillere dayandırmalıdır. Aksi takdirde Kur’an’ın derinliklerine ve derunundaki öze ulaşamayacak, hidayetin hazinelerinden ve saadet mahzeninden nasibine bir şey düşmeyecektir.

Ahmed Subhi Mansur, Kur’an ayetlerini “beyyinat” olarak tavsif eden ayetlere dayanarak Kur’an’ın kendini beyan ederken kıraat, tilavet, tefekkür ve tedebbürden başka bir şeye ihtiyaç duymadığı sonucunu çıkarmıştır. Bu kitapta “tıbyan”ın karşısında “kitman”ın yeraldığına, bunun da Allah’ın kitabının beşer vasıtasıyla açıklanmasının gizlememe, tilavet, kıraaat ve tedebbür anlamına geldiğini gösterdiğine inanmaktadır. (A.g.e., 23). Ayetleri reyle tefsir edip onlara makul olmayan ve hiç bilinmeyen izahlar getirerek Allah’ın Peygamberini (s.a.a) teşriide içtihad hakkından mahrum bırakmakta ve Hazret’in (s.a.a) tebliğ, içtihad ve Kur’an üzerinde tedebbür konusundaki inhisarını, ilmî metodla ve heva hevese sapmaksızın çaba içinde olan (!) kendine ve diğer müminlere yakıştırmaktadır. O, heva heves olmaksızın ve ilmî metodla ayetleri tefsir ve tevil eden kendisinin ve diğer müminlerin anlayışının Allah’ın Nebisinin (s.a.a) anlayışından üstün olduğunu savunmaktadır. Beşerin hata yapmasının caiz olması nedeniyle anlama sırasında ayak sürçse bile mükafat alacaklardır. (A.g.e., 79).

Bu prensibi genel olarak tenkit ederken de denebilir ki, Ahmed Subhi Mansur, vahyi tebliğde Peygamber’in (s.a.a) risaletine inhisar veren ayetlere (Maide 99) istinat ederek dinin ahkamını teşriide Sünnet’in açılım olduğuna itibar etmemeyi not düşmüştür. (A.g.e., 58). Oysa bu ayetlerdeki hasretme izafidir ve Allah, eğer Muhammed (s.a.a) Allah’ın rasülüyse onları zorla muvahhid hale dönüştürecek bir şey yapmasını isteyen müşriklerin bâtıl zannına cevap verirken ve yine kafirlerin tekzibi karşısında Peygamber’i teselli ederken Hazret’in (s.a.a) risalet sorumluluğunu tebliğe münhasır kılmıştır. (Tabatabaî, 12/239).

Niyazi İzzeddin de Dinu’s-Sultan kitabının başında, defalarca Kur’an’a başvurduğunu ama hiçbir zaman dini anlamanın faktörü ve Kur’an’ı anlayıp tefsir etmenin mercii olarak Sünnet’i öğrenmeyi ve Nebevî hadisleri tedvin etmeyi emreden bir nas bulamadığını belirtmiştir. Ona göre Peygamber’in (s.a.a) rolü hudud, namaz, haccın menasiki ve benzerlerini beyan ile sınırlıdır. (İzzeddin, 8). Bu cereyanın mensuplarından Emretserrî de Peygamber’in (s.a.a) bizim sahip olduğumuzdan daha üstün bir anlayışı olmadığını, çünkü onun vahiyden anladığının bizim gibi akla dayandığını ve onun da bizim gibi hataya düşme ihtimali bulunduğunu iddia etmiştir. (Brown, 48). İbn Kırnas da Allah Rasülü’nün (s.a.a) Kur’an’dan anladığının Aişe ve Ömer vs. gibi herhangi bir sahabeye üstünlüğü olmadığını belirtmiştir. Hadisleri muteber görmemesine rağmen iddiasını ispatlamak için Ömer’in Kur’an’dan anladığının Allah Rasülü’nün (s.a.a) anladığına tercih edildiğine ilişkin birtakım tarihsel örneklere istinat etmiştir. (İbn Kırnas, 272).

Oysa Kur’an ayetleri net biçimde Peygamber’i (s.a.a) Kur’an’ın müfessiri ve açıklayıcısı ve İslam ahkamının teşrii kaynağı olarak tanıtarak Kur’an ayetlerini beyan ve tefsirde onun sözünün hüccet görüldüğüne (Nahl 44, Cuma 2, Nisa 59, Haşr 7) delalet etmektedir. İster kendi medlulüyle ilgili açıklık taşıyan ayetler, ister zâhirler, ister müteşabihler, ister ilahî sırlarla ilgili olanlar olsun Allah Rasülü’nün (s.a.a) beyan ve tefsiri bunların hepsinde hüccettir. (Tabatabaî, 12/260).

3. Kur’an’dan Dinî Öğretileri Anlamada Sünnet’in Rolünü İnkâr

Bu prensip, Sünnet’in delil olmadığı ve Peygamber’e (s.a.a) nispet edilmiş Sünnet’i almanın imkânı bulunmadığı şeklindeki iki nazariyeyle ilgilidir. Birinci teori Sünnet’in vahyedilmiş olmaması (Brown, 52; Subhi Mansur, 49; Şahrur, el-Kitab ve’l-Kur’an Kıraatun Muasıra, 555-572; İbn Kırnas, 21-27; İlahîbahş, 213 ve 224), Peygamber’in (s.a.a) masum olmadığı (Subhi Mansır, 59), Sünnet’e şirk karıştığı (İbn Kırnas, 14; Subhi Mansur, 13), Sünnet’in zannî olduğu (İbn Kırnas, 17; Subhi Mansur, 15), Sünnet’n tarihsel ve zamana bağlı olduğu (Şahrur, el-Kitab ve’l-Kur’an Kıraatun Muasıra, 550 ve 552; Subhi Mansur, 56 ve 64; Hubbullah, 513 ve 515; İlahîbahş, 231), Sünnet’in sened ve metin bakımından tahrif edildiği (İbn Kırnas, 7-10; Zehebî, 2/533; İlahîbahş, 233; Subhi Mansur, 103-158; İzzeddin, 450 ve 465), Sünnet’in tefrikaya sebep olduğu (İlahîbahş, 238; Subhi Mansur, 34) gibi birtakım delillere dayanmaktadır. İkinci teori ise Peygamber’in (s.a.a) ve sahabenin büyüklerinin Sünnet’in ezberlenmesi ve yazımına önem vermemesi (Subhi Mansur, 55; İbn Kırnas, 13; İlahîbahş, 224) gibi gerekçelere ve hicrî birinci yüzyılda hadisin yazılmayıp ezberlenmemesinin sonuçlarına (İlahîbahş, 243; İbn Kırnas, 15; Zehebî, 2/533) bakmaktadır.

Bu prensibi tenkit ederken aşağıdaki noktalar üzerinde durulabilir:

Bir: Peygamber’in Sünnet’inin hüccet olarak itibarı aklî ve naklî delille ispatlanabilir. Aklî delil risalet ve nübüvvet felsefesine, Hazret’ten (s.a.a) günah sâdır olmasının, gaflet ve hataya düşmesinin imkansızlığına dayanır. (Hakim, 122). Naklî delil ise Kur’an, icma (A.g.e., 119) ve Müslümanların pratik siretine (Meclisî, 79/335) istinat eder. Peygamber’in müffessir olduğundan (Nahl 44), hükmünün hüccet oluşturduğundan (Bakara 213, Nisa 59 ve 65), Sünnet’in vahye dayandığından (Necm 1-4), Peygamber’e itaatin Allah’a itaat olduğundan (Nisa 80, Âl-i İmran 31) bahseden ve Peygamber’i en güzel örnek olarak tanıtan (Ahzab 21), Peygamber’in öğrettiklerinin tamamına sarılmanın lüzumunu ifade eden (Haşr 7) ayetler Allah Rasülü’nün (s.a.a) sözlü veya sözlü olmayan Sünnet’inin Kur’an’ı tefsir ederken ve dini öğrenirken hüccet olduğunu gayet net biçimde beyan etmektedir.

İki: Tarihsel kaynaklar incelendiğinde İslam’ın kıymetli Peygamberinin (s.a.a) kendi Sünnet’inin ezberlenip yayılmasına büyük önem verdiği görülecektir. Çünkü onun sözünün vahiy kaynağından geldiğine ve insanî bir söz değil, ilahî nüzul olduğuna inanılıyordu. (Necm 3-4). Bu yüzden o, Sünnet’in yayılması, ezberlenmesi ve yazımında birinci ve en büyük rolü üstlenmiştir. İslam’da eğitim öğretimin yerinin açıklanması (İbn Sa’d, 2/22), hadisin yayılmasına önem verilmesi (Kuleynî, 1/291), tavsiye edildiği mecrada Sünnetin tedvini ve yazımı (İbn Hanbel, 5/185), bazı hadis kayıtlarının tutulması (Saffar Kummî, 187; Kuleynî, 2/274; Hatib Bağdadî, Takyidu’l-İlm, 84) Hazret’in (s.a.a) Sünnet’in ezberlenmesi ve yazımını desteklediğinin en önemli işaretlerinden ve odak gelişmelerindendir. Ehl-i Sünnet’in, sahih olanla olmayanın karışmasından korkulması (Zehebî, 1/5), insanların ihtilafa düşmesinin önlenmesi (Salih, 39), Kur’an’ın terkedilip ondan başka şeylerle uğraşılması (Suyutî, 2/64), Kur’an’ın Sünnet’le karıştırılması (Hatib Bağdadî, Takyidu’l-İlm, 49), dinde ihtiyat (A.g.y., Şerefu Ashabi’l-Hadis, 97) gibi izahları halifelerin Sünnet’in yazılması ve derlenmesini engellemelerine yönelik eleştirilerin baskısını azaltmaz.

Burada bir noktayı hatırlatmakta fayda vardır: Her ne kadar hadis yazımının Ehl-i Sünnet tarafından inkar edilmesi oryantalistlerin, revizyonistlerin ve Ehl-i Kur’an’ın çok sayıda eleştirilerine zemin hazırladıysa da ve onları işin içinden çıkmanın çok zor olduğu konumuna getirdiyse de, Nebevî ve velayî Sünnet’i kaynağından almayı mümkün hale getirmek ve manasını ümmete bildirmek üzere Sünnet’in toplanması, ayıklanması, tasnifi, tertibi, tefsiri ve yayılması için selef-i salihin gösterdiği gayrete rağmen Şiî revizyonistlerin bazı eserlerinde de Ehl-i Kur’an’ıninkilere benzer görüşlere rastlanmaktadır. (Ca’feriyan, 348-356; Şiar, 101; Burkaî, 16). Bunların tenkit ve değerlendirmesi müstakil bir araştırmaya ihtiyaç duymaktadır.

Üç: Hicrî birinci yüzyılda hadisin yazılmamasının haberlerin eksik nakledilmesi ve uydurmalar vazedilmesi gibi bazı sonuçlara yol açtığı kabul edilebilirse de bu, Sünnet’in külliyen inkar edilmesini meşrulaştıramaz ve hadislerin tamamını tefsirde yetkisiz saymaya temel oluşturamaz. Her muhakkik ve hakikati arayan açısından muteber oldukları tespit edilmiş rivayetlerle amel edilebileceği açıktır. Buna ilaveten rivayetlerin bir kısmı kesin ve mütevatirdir. Bunlardan hiçbir şekilde tereddüt edilemez ve inkara konu olamaz. Dolayısıyla muteber Sünnet’e erişmek için mütevatir haberden veya kesin karineler, icma ve siretle desteklenmiş rivayetten ve külliyen reddedilmesi karşısında kategorik olarak Kur’an, kesin Sünnet, icma ve âkil insanların sireti tarikiyle hüccetleri tespit edilmiş kesin olmayan yollarla desteklenen haberden yararlanılabilir. (Fazlî, 74-81; Hakim, 196; Tabatabaî, 1/204).


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir küfür kumkuması olarak Kur’aniyyun

Bismillahirrahmanirrahim… Ehl-i Sünnet’in, kökü ilk ve orta asırlarda aranabilecek çağdaş tefsir akımlarından biri de Kur’aniyyun veya Ehl-i Kur’an cereyanıdır. Bu akım din içi ve dışı görüşlerden etkilenerek dini öğrenmede Kur’an’ın yeteceğini savunup Sünnetin rolünü inkâr ederek yayılmıştır. [1] Hicrî ikinci yüzyılın sonlarında halifelerin siyasi hareketinden sonra mevcut metinlerin en eskisinde, yani Şafiî’nin  Kitabu’l-Ümm ‘ünde “Babu Hikayeti Kavli’t-Taifeti’l-leti Reddeti’l-Ahbaru Küllüha” başlıklı bir bab açılmıştır. (Şafiî, 7/28). Şafiî Sünnet’i inkar eden kesimden kimi kastettiğini net olarak belirtmediğinden onun muradını tayin etmek araştırmacıların ele aldığı konu olmuştur. Bazıları bu kesimin Basra Mutezilesinden bir grup olduğunu öne sürmüş (Hadarî, 185; Sebaî, 148), kimisi o asırdaki Haricilerden bir grup olarak göstermiş (İlahîbahş, 95; A’zamî, 1/23), bazısı da, Şiiler Sünnet’i ve Nebi’nin (s.a.a) paha biçilmez mirasını korumaya kendini adamasına rağmen (İbn Sa’d, 4/2

Bel fıtığı nedenleri nelerdir? Bel ağrısı neden olur?

   Bel fıtığı nedenleri nelerdir? Bel ağrısı neden olur? Bel fıtığı , bel bölgesindeki disklerin sıkışması, yırtılması veya çıkması sonucu ortaya çıkan bir durumdur. Bu rahatsızlık, bel bölgesinde ağrı, uyuşma, karıncalanma, güçsüzlük veya kasılma hissi gibi belirtilerle kendini gösterir.  Peki, bel fıtığı neden olur? Yaşlanma: İlerleyen yaş, fıtığa neden olan birincil faktördür. Yaşlandıkça, bel bölgesindeki diskler sertleşir, kuru hale gelir ve daralır. Disklerin bu durumu, disklerin yırtılması veya sıkışması ile sonuçlanabilir. Zedelenme: Bel bölgesindeki diskler, çeşitli nedenlerle zedelenebilir. Bunlar arasında düşme, kaza veya spor yaralanmaları yer alır. Bu tür zedelenmeler, disklerin sıkışmasına, yırtılmasına veya çıkmasına neden olabilir. Kötü Duruş: Kötü duruş, bel bölgesindeki disklerin zayıflamasına ve yıpranmasına neden olabilir. Bu durum, uzun süreli oturma veya ayakta durma gibi hareketsizliklerden kaynaklanabilir. Aynı zamanda, bel bölgesindeki aşırı esneme veya bükülm

Kemalizm'in fikir mimarı olarak Tekinalp yahut Bay Kohen

Moiz Kohen "Osmanlı denen şey, Türk'ü nesiller boyu köleleştiren bir hâkimiyettir...  1920'lerin sonundan 30'ların ortalarına doğru Kemalizm'i bir dünya görüşü olarak benimseyen, Türkçülük ideolojisine inanan ve o günlerin "disiplin, terbiye ve şef söylemleri” ile barışık bir aktör dikkatimizi çeker: Selanik doğumlu, avukat ve muharrir Munis Tekinalp. Bir Osmanlı Yahudi'si olarak 1883'te Serez'de doğmuş, 1961 'de Fransa'nın Nice şehrinde ölmüş Tekinalp'in asıl adı Moiz Kohen olup, Cumhuriyet döneminde Munis Tekinalp adını kullanmıştır. Tekinalp, 1908'de İttihat ve Terakki üyesi, 1909'da Hamburg'da Dünya Siyonist Kongresi'nde Selanik delegesi, Türkleştirme (1928), Kemalizm (1936) ve Türk Ruhu (1944) kitaplarının yazarıdır. Tekinalp hakkında 1984 tarihli M. Landau'nun bir kitabı ve Liz Behmoaras'ın 2005 yılında yazdığı biyografik bir romanı bulunmaktadır. Bunun dlşında hakkında yazılmış makale ve eserler oldukça

Âsilerin Çocuğu Tanzimat

M. Akif İnan Beyefendi   Tanzimat’tan Önce Genel Durum ve Yenileşme Hareketi 15. Yüzyılın ikinci yarısında dünyanın en büyük ve güçlü devleti durumuna gelen Osmanlı İmparatorluğu, tarihinde en geniş sınırlara 1592’de ulaşmıştı. III. Murat’ın devrine rastlayan bu büyük gelişme dönemimizde önem sırasına göre bizden sonra gelen öteki büyük devletler: İran, Hindistan, Çin, İspanya, Almanya, Fransa, İngiltere, Türkistan, Güney Hindistan, Venedik ve Rusya’dır. 20 milyon kilometre kareye varan Osmanlı topraklarında, yaklaşık olarak 100 milyon insan yaşamaktadır. 13 milyon kadarı Türk olan bu nüfusun resmi eğitimi ve dili Türkçedir. Devlet yöneticilerinin çoğu deha çapında kişilerdir. Çağının kültür ve sanatını Osmanlı İmparatorluğu temsil etmektedir.  Edebiyatımız, yerli yerine oturmuş bir durum gösterir. Divan şiiri, kılı kırk estetiğiyle mücerredin en çarpıcı örneklerini vermiş; mimari, yakaladığı sonsuzluğu mekânda anıtlaştırmıştır.  Kısaca, 17. yüzyıla kadar bütün sanatlar, İmparatorluğun

Patrik Gregoryosun Rus Çarı Aleksandra yazdığı mektub

  Osmânlı devletinde Rus sefîr i olarak uzun seneler çalışan İg natiyef, hâtıraların­da, sultân ikinci Mahmûd hân zemânında. Fener Patrikhanesinin kapısında asılan, 1237 [m. 1821] Rum isyânının baş planlayıcısı, Patrik Gregoryosun Rus Çarı Aleksandra yazdığı mektubu açıklamakdadır.Mektûb ibret vericidir: Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayr-i mümkindir. Çünki Türkler,müs limân oldukları için çok sab ı rlı ve mukavemetli insanlardır.Gayet mağrûrdurlar ve izzet-i imân sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, k adere rızâ göstermelerinden,an anelerinin kuvvetinden,pâdişâhlarına[devlet adamlarına,kumandanlarına, büyüklerine] olan itâ'at duygularından gelmekdedir. T ürkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-u idârc edecek reislere sâ hib oldukları müddetçe de çalışkandırlar.Gâyet kana atkardırlar.Onların bütün meziyyetleri,hattâ kahramanlık  ve şecâ’at duyguları da an’anelerine olan merbû tiyyetlerinden (bağlılıklarından), ahlâklarının salâbetinden gelmekded

Beklenen nesil!

       Rabbime hamd, O’nun mücadele ve takvada örnek Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e salât-u selam, başta Allah Rasulü ’nün talebeleri, davanın ilkleri olan ashabına ve bu davaya hizmet etmiş ve eden tüm dava kardeşlerime selam ederek başlıyorum. Tarih boyunca peygamberlerle mücadele eden, vahye değil nefsine uyan insanlar Allah Azze ve Celle’den bağımsız olmak ve mutlak özgürlüğe sahip olmak istemiş, sonunda özgür olacağına nefsinin kölesi olmuş ve gayrı medenî ve huzursuz bir toplum meydana getirmişlerdir. Bugün de insanın Allah Azze ve Celle’nin yol göstermesine ihtiyacı olmadığını, aklın ve bilimin insana yeterli olacağını iddia eden batı medeniyetinin, insanı ne hale getirdiği ve bilimin insanı medenî yapamadığı artık açıkça görülmektedir. Batılı insan, insanı tanımadan medeniyet esasları ortaya koymuş ve insanı bozmuştur. Kur’an’ın ifadesiyle " en güzel surette yaratılmış olan insanı"  “aşağılıkların en aşağılığı” haline çevirmiş, huzuru götürmüş, insanı kendin

arzuhâl / عَرْضُحَالْ…

  MUKADDİME Bismillahirrahmanirrahim… Hamd kendi yolunda kalem ve kelamıyla bizleri mücadeleye memur kılan Allaha; Salat-ü selam bu aziz mücahede ve mücadelenin ne idüğünü, nedenliğini ve nasıllığını genelde ümmetin özelde ise öncü neslin akıl ve ruhuna irad ile tebliğ eden Rasulullah’a; muhabbet ise ahir zamanın şirk menşeili hezeyanına iman ve ihlas ile muhalefet eden, bütün hayat standartlarını bu muhalefete endeksleyen ve bu muhalefeti ayakta kalabilmek için tek müsebbib addeden kardeşlerimin üzerine olsun.   Hepimizce malumdur ki ümmetimiz emperyalizma ve komunizma kılıfı altında en azından 200 yıldır sömürülmektedir. Tabi bu nicelik ifade mevzuuya sathi ve sığ perspektiften bakanlar için böyledir. Yoksa insanlık Adem aleyhisselamdan beri şirk ile sömürülmüştür zaten. Biz bize inen İslam tarihinde ki sömürülmenin vaki olduğu hadisatı şerh ve neşr etsek yeterli miktarda kağıt ve mürekkep bulmakta zorlanırız . Ki "kim, kimleri, kimlerle, nasıl, neden, nerede maddi ve ma